Sadece 80 kişi ve 90 şirket yüzünden!

Teaser Image Caption
İstanbul Kent Savunması ve Kuzey Ormanları Savunması çağrısı üzerine bir araya gelen binlerce kişi ve siyasi örgüt, Kadıköy'de toplanarak hükümetin çevre ve kentsel dönüşüm politikalarını protesto etti.

“Bu terazi bu sıkleti çekmez”. Ziya Paşa’nın ünlü sözü iklim krizinin özeti. “Bu terazi”, bu gezegen. “Bu sıklet” ise bu gezegene bindirilen ağırlık. O yükün, yerküreye her gün zerkedilen o zehirin, ciddi oranlarda azaltılmaması “terazi”nin çökmesi, üzerindeki hayatın yok olması demek. “Terazi”nin dengesini altüst bu “sıklet”in, bu ölümcül zehirin failleri az sayıda, ama cürümleri küresel. Gezegenin canına okuyan “şirket feodalizmi” 80 kişi ve 90 şirket. Yerküreyi zehirleyen nedir, failleri kimdir, “onlara karşı ne yapılmalı, ne yapıldı, ne yapılıyor”u Türkiye’deki çevre hareketinin başlıca mecralarından olan Açık Radyo’nun kurucusu ve yöneticisi aktivist Ömer Madra’yla konuştuk.

İklim değişikliği nedir, Türkiye için neden önemlidir ve Türkiye’deki etkileri nelerdir?

Ömer Madra: Genel bir değerlendirme yapalım istersen. Bütün dünya için ne kadar önemliyse Türkiye için de o kadar önemli. Artık eşikteyiz, bildiğimiz dünyanın sonu gelmek üzere. Bu yaptığımız 1 Eylül tarihli bir konuşma. Daha sonbahar bile gelmedi, Ağustos ayı tarihteki en sıcak Ağustos ayı olarak kayıtlara geçti. 2015 yılının da tarihteki en sıcak yıl olacağı ise şimdiden neredeyse kesinleşmiş. Yani durum biraz o hüzünlü hüzzam şarkıdaki gibi:

“Kara talihimden, yine bu yıl da/baharı görmeden yaz geldi geçti…”

Tarihin gördüğü en sıcak yıldayız ve minnacık bir elit grup, kuralları öylesine eğip bükmüş ki, ekonomik büyüme ve Türkiye’den konuşacaksak kalkınma adı verilen oyunun adı artık “winner takes all” olmuş. Yani, “hepsini al!” Eskiden “rulet” diye bir oyuncağımız vardı; ruleti döndürürsün “bir al, iki koy!” gibi seçenekler çıkar, ona göre kazanır ya da kaybedersin. Bir de “hepsini al!” seçeneği vardı. İşte burada tek seçenek, az sayıdaki şirket için “hepsini al!” olmuş. Yalnız onlar kazanıyor, geri kalan herkes kaybediyor.

Çok ilginç rakamlar var. Oxfam adlı yardım kuruluşu, bu yılın başında açıkça söylemişti: Sadece 80 kişinin serveti dünya nüfusunun yarısının, yani 3,5 milyar insanın tüm varlığına eşit. Dahası, aynı raporda gelecek yıl en zengin yüzde 1’in geri kalan tüm insanların maddi varlığının tümünden fazlasına sahip olacağı belirtiliyor!

The Guardian’da çok iyi araştırılmış bir haber yayımlandı. Endüstri devriminden, yani iklim değişikliğinin başlangıcından bu yana tek tek şirketlerin iklim değişikliğinden ne kadar sorumlu olduğuna bakılıyor. 1750’lerden sonra büyük çoğunluğu son 40 yıl içinde, hatta son 25 yıl içinde giderek sayıları artıyor ve küresel iklimi değiştiren bütün bu sera gazı salınımlarının  üçte ikisi sadece 90 şirkete bağlı! Bütün dünya üzerindeki on binlerce şirketten sadece 90’ına bağlı! İşte bunlar en büyük petrol şirketleri. İlginç bir eksik var; tarım endüstrisi ve hayvancılık.

Onlar yok mu listede?

Yok. Listede sadece petrolcüler, kömürcüler ve çimento şirketleri var, yanılmıyorsam. Hayvancılık endüstrisine gelince, endüstriyel tarım ve hayvancılık uğruna, hem havayı kirletiyorlar hem de ormanları hayvan yemi yapmak için kesiyorlar. Dünya Bankası rakamlarına göre, tüm dünyadaki karbon salınımının yüzde 51’inden hayvancılık sektörü sorumlu. Yüz binlerce sığırlık “sığırkentler” var. Ve onların mezbahaya götürülmesi, taşınması, yemleri için ormanların kesilmesi… Sonra kesimleri, paketlenmeleri ve tekrar pazara gönderilmeleri ve hayvanların kendi yellenmeleri filan da tabii... Korkunç bir şey, yüzde 51 ve hiç kimse bunu konuşmuyor. Yüzden az şirket sera gazlarının yüzde 90’ından sorumlu; yani başrollerde 80 kişi ve 90 şirket var!

Geçen ay yine The Guardian’da yayımlanan bir haberde, Türkiye’deki kömür faaliyetlerinden bahsedilmekteydi. Türkiye’de Afşin Elbistan’da dünyanın en büyük kömür yakıtlı termik santralini kurmak için çalışıyorlar. Ayrıca, Konya Karapınar’da da benzer bir girişim var. Konya Ovası ile ilgili TEMA Vakfı’nın yayımladığı, Prof. Dr. İsmail Duman’ın başında bulunduğu heyetin raporunda1 durumun vahameti  gözler önüne seriliyor.

Raporda belirtildiği üzere, sadece Karapınar’daki termik santrallerin yapılması halinde, açıkça ülkenin tahıl ambarı olan Konya ovasının tam bir yıkıma sürüklenmesi söz konusu. Zaten büyük bir kuraklık var, obruklar, yani büyük kraterler açılıyor… Buna karşılık Türkiye’de hâlâ mega projeler var: Kanal İstanbul, 3. Köprü, 3. Hava Limanı gibi. Bu işte, devasalık hastalığı! Her ne pahasına olursa olsun büyümek, kalkınmak.  Neoliberalizm denen illet bu. Bununla başedemeyiz. Geçenlerde 350.org yöneticisi May Boeve’nin söylediği gibi “Ölü bir gezegende kalkınma olmaz!”

Başetmek için bir tek yol var aslında, onu da birazdan söyleyeceğim. Chris Hedges 2014 tarihli bir makalesinde2 diyor ki -tabii o Amerika’yı esas alıyor- ABD başta olmak üzere   neoliberalizm artık tüm dünyada tel tel çözülmekte. Türkiye’de de bu durumun tipik örnekleri mevcut. Bu neoliberalizm denen şeye serbest piyasa köktenciliği diyebiliriz. 1980’lerde başlayan, netice olarak 35 yıldır var olan bir “ideoloji”den bahsediyoruz. İşte neoliberalizmde, “piyasa bu, her şeyi halleder”, “akmasa da damlar”, “herkes eşit zaten” türünden savlarının tümüyle yalan çıktığını gördük.

Küresel servetin ve eşitlenmiş hakların eşit bir şekilde dağılacağını söylediler, ama küresel servet sadece rakamlarını az önce açıkladığım bir grup oligarşik elitin elinde toplandı. Hakların çoğu verilmedi ve kimse eşitlenmedi, muazzam eşitsizlikler var ve bunlar hızla artıyor! İşte Yunanistan’ın durumu ortada. Çalışan yoksulların da hakları ve sendikaları çiğnendi. Ücretler donmuş, hatta düşmekte, insanlar kronik yoksulluğa mahkûm olmuş şekilde yaşıyorlar ve hayatları sürekli bir stresten ibaret kalmış. Stres dolu bir aciliyet yaşamaktalar. Böyle diyor Chris Hedges 2015 tarihli başka bir makalesinde3. İşte orta sınıf buharlaşıp gidiyor. Şehirler de bir zamanlar fabrikaların, imalat sanayiinin bulunduğu yerlere kurulmakta. Bu sebeple kentler tahta perdelerle çevrili metruk araziler haline dönüşmüş durumda. Hapishaneler artık insan almıyor. Şirketler ise bankalarla yapılan gizli anlaşmalar ile vergi cennetlerine para yığmakta. Bütün bunlar belli ölçüde Türkiye için de geçerli; Türkiye’de mahpus oranı 12-13 yılda iki katına çıkmış durumda.  Tüm demokrasi iyileştirme vaatlerine rağmen demokratik rejimler çökme halinde. Bu artık bir şirket canavarlığına dönüştü.

Neoliberalizmin ekosistemler üzerindeki etkisini biraz somutlaştırır mısınız?

Neoliberal güçler ekosistemleri de yıkmakta. Uzak geçmişte dünyada yaşayan canlı türlerin yüzde 90’ının silinip süpürüldüğü bir dönem var. Dünyadaki kitlesel büyük yok oluşların anlatıldığı kitaplarda beşinci büyük yok oluşta canlı türlerinin yüzde 90’ının yok olduğu anlatılır. Şimdi onu tekrarlamaya doğru gidiyoruz. Günümüzdeki rakamlara bakarsak, daha bugün okuduğum bir yazıda mesela, Kutuplar’da buzulların erimesi konusunda her türlü rekorun kırıldığından bahsediliyor. Özellikle Kuzey Kutbu buzları hızla erimekte ve bir taraftan da dünyanın birçok yerinde muazzam yangınlar devam etmekte. Her iki kutupta da buzlar ve buzullar hızla azalıyor.

Önde gelen iklimbilimci James Hansen ve 16 meslektaşının tartışma yaratan ve online yayımlanan çok önemli bir araştırması4 çıktı, hatta iklim inkârcıları makalenin hakemli olmadığını öne sürerek bulguları yok saymak istediler. Ancak, maalesef 1980’lerin başından beri devam etmekte olan bu çalışmanın sonuçları doğru. Bu çalışmada Paris, New York, İstanbul, Londra gibi dünyanın en büyük liman şehirlerinin 30-35 yılda sular altında kalabileceği anlatılıyor.

Öte yandan Ortadoğu’da mega kuraklıklar gözleniyor, Amerika’da ise orman yangınlarının önü alınamıyor. Bunların artmasına küresel ısınma yol açıyor. Ormanların yanmasıysa yine küresel ısınmayı etkiliyor. Tıpkı kuyruğunu yiyen yılan gibi... Sadece Washington eyaletinde 100 bin hektarlık alanın yandığından bahsediliyor. “Dünya tarihinde böyle bir şey görülmemiştir” deniyor. 2014’te yapılan bir araştırmada kadim ormanların kaybının nelere yol açtığı anlatılıyor. Maalesef Türkiye’de de mesela İstanbul 3. Havalimanı çalışmalarında kadim ormanların kesilip yerine yeni fidanların dikildiğini görüyoruz. Bu telafisi imkânsız bir hata. 2014’teki bu çalışmada kadim ormanlar yerine yeni fidanlar dikmenin aynı şey olmadığı ispatlandı.

Yangın ve kuraklığın olmadığı yerlerde ise karşımıza seller çıkıyor. Son örneğini Artvin-Hopa’da gördük. Bunun ardından Orman ve Su İşleri Bakanı “Nuh Tufanı” örneğini vererek bunun 500 yılda bir gözlenen bir olay olduğunu söyledi. Floodlist5 diye bir site var, gün gün sel bölgelerinin takip edildiği. Altı kıtada, sadece 3-28 Ağustos tarihleri arasındaki haberlere baktığımızda, yaklaşık 32 adet sel olduğunu görebiliyoruz. Her gün birden fazla tufan yani. Eh, Nuh Tufanı için bu biraz fazla sıklıkta sayılmaz mı! Dünyanın yedinci  kıtası ise Antarktika, yani güney kutbu ve onun yangın ve kuraklık gibi sorunları yok tabii, ama o da büyük bir hızla erimekte.

Özellikle Suriye’de başlayan iç savaşın iklim değişikliği kaynaklı büyük kuraklıklardan meydana geldiği yönündeki tartışmaya ne dersiniz?

Açlık, susuzluk, kıtlık, şiddet ve savaş insanların kaçmasına sebep oluyor. Şu anda Suriye’den müthiş bir kaçış var. Buradaki iç savaş kuraklıkla başladı. Şehirlere göç edip buralarda ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören hoşnutsuz vatandaşlar, genç kadınlar ve erkekler sonunda Deraa kasabasında isyan etti ve Esat bastırınca da iç savaş patladı. Dört milyondan fazla insan kaçıp göç etmek zorunda kaldı.

Göç sadece Suriye’de gerçekleşmiyor; Irak’ta da 4,5 milyon insan göç etti. Afganistan’dan, Libya’dan, Somali gibi Afrika ülkelerinden Avrupa’ya doğru göç var. Bu oran geçen seneye oranla yüzde 40 artmış durumda. Hepimizin malûmu, bu göçmenlerin çoğu Akdeniz’de hayatını kaybediyor. Bu, 2. Dünya Savaş’ından sonra dünyanın gördüğü belki de en büyük göç dalgası.

İşin kötüsü, göç gelecekte azalmayıp artacak. Kuraklık, seller, yangınlar ve hastalıklar daha kötü hale geldikçe göç de artacak. Öngörülen odur ki, bozuk devletlerin sebep olduğu kaos sebebi ile kuzeye, Avrupa ülkelerine gelecekte 50 ila 250 milyon arasında insan göç edecek. Hansen ve arkadaşlarının araştırmasında Asya’da denize bir metre mesafede birçok kent olduğu ve özellikle Bangladeş’in yüzde 30’unun bu mesafe içinde kaldığı anlatılıyor. Kaçacak hiçbir yerleri yok. Hindistan’a kaçtıkları takdirde, Hindistan’ın yaptırdığı muazzam büyük bir sınır duvarı ile karşılaşacaklar.

Aynı çalışmada 25 yıl içinde tam 33 ülkenin yüksek su stresine gireceğinden bahsediliyor. Türkiye de bu problemi yaşayacak ülkelerden biri olacak. Gelin görün ki, göç eden ve gidecek yeri olmayan bu insanları Türkiye’de medya büyük bir aymazlıkla hâlâ “kaçak”/ “illegal” göçmenler olarak tanımlamakta. Çoğunlukla göçmen krizi diye adlandırıldığını duyduğumuz bu durum, bir kriz olarak tanımlandığı için Avrupa ülkeleri toplanıp çözümler arıyorlar. Fakat bu iklim kaynaklı bir vaka olduğu için geçici bir durum değil ve bu sorun daha da büyüyecek. Bu tarihî bir göç ve bu tarihî göç de iklim değişikliği de bir gün bitecek diye düşünmek safça, hatta ahmakça…

Yaşam kaynakları tükendiği için göçmenlerin bir daha ülkelerine dönemeyeceğinden de bahsediliyor. Sizce bu nasıl bir geçiş dönemi olacak ve göçmenlerin de dahil olduğu yeni düzen nasıl sağlanacak?

Kesinlikle öyle. Suriyelilerin bir gün geri döneceğini kendileri bile düşünmüyor. Zaten tarihte mülteci meselesinde dönüş çok az gözlenmiştir. Hep iklim ile ilgili konuşuyoruz, ama başka bir şey daha var: Aslında çevresel, sosyal ve politik bir çözülme yaşanıyor. Bir gösteri toplumu olarak sabahtan akşama ekranlara bakarak bundan kaçamayız. Hedges’in bahsettiği bu çözülmeler çökmeye doğru gidiyor. Kaos ve anarşi ortamı öfkeyle karışık bir nihilizmdir.

Önemli siyaset bilimcilerden müteveffa Chalmers Johnson’un “Blowback” diye tanımladığı olgudur bu aslında. ABD’nin Dünya’nın dört bir yanında başlattığı savaşlar 11 Eylül blowback’ini yaratmıştır örneğin. Günümüzde öfkeden çıldırmış insanlar alışveriş merkezlerine girip başka insanları taramaya başladı. Bu durum Türkiye’de de aynı. Bireysel şiddet örnekleri arttı. Avrupa’da da okullar, sinemalar, iş yerleri, toplu taşıma araçları basılmaya başlandı. Daha bugün Boko Haram’ın batı eğitimine karşı olduğu için bir okulu basıp 70 insanı katlettiğini okudum. IŞİD’in yaptığı ise bir öldürme humması; her gruptan insanı, Hıristiyan, eşcinsel, Müslüman, kendileri gibi olmadığı için öldürüyorlar. Bu durum her yerde var; Irak, Afganistan, Yemen, Suudi Arabistan, Cezayir, İsrail, Filistin, İran, Tunus Lübnan, Fas, Moritanya, Türkiye, Endonezya, Sri Lanka, Çin, Nijerya, Rusya, İngiltere, Hindistan ve Pakistan… ABD’yi ise anlattık zaten.

Fanatizm esasında umutsuzluk ve hüsrandan dolayı ortaya çıkar. Antonio Gramsci’nin dediği gibi, eski dünya ölüyor ve yeni bir düzen geliyor, fakat ara dönemde çok karanlık şeyler olmakta. Bu dönemde ekosistemle ilişkilerimizi yeniden değerlendirmediğimiz müddetçe de bu karanlık devam edecek. Hedges bu yeni dönemi bir avuç elitin yönettiği “şirket feodalizmi” olarak nitelendiriyor ve en önemli araçlarının ise güvenlik olduğunu söylüyor. Alışveriş merkezlerinde, sitelerde iç ve dış güvenlik ve onun gözetleme kameraları duvarları her yerde.

Enerji konusunda da güvenlik hep karşımıza çıkıyor. Enerji ne zaman gündeme gelse hep “enerji güvenliği “ konusu ile birlikte ele alınıyor. Enerji gündemi adeta güvenlik başlığına kilitlenmiş durumda. Bu sebeple enerji başlığı altında iklim politikası konuşmanın yolu tıkanmış gibi. Bu kadar çok güvenlik konuşulmasının sizce anlamı nedir?

Sosyal gerçekliğin ilk ipucu dildedir. Ülke aslında tümden bir güvenlik devleti olma yolunda. Yasalar da bu gerçekliğe uygun hale getiriliyor. Tüm bu ağır askeri ve polis silahlanması bir iç savaşı da çağrıştırıyor. Aslında bu tüm dünyada da böyledir. Hedges diyor ki, bu neoliberal devi deviremezsek ve bunu hemen yapamazsak, dünya felsefeci Thomas Hobbes’un tarif ettiği bir kâbusa dönüşebilir. Şiddet karşı şiddet doğuruyor. Kitleler öyle büyük yoksulluk ve sefalete mahkûm bırakılmakta ki şiddet kaçınılmaz hale geliyor. Buna karşın Hedges son zamanlarda Türkiye’de de gördüğümüz üzere bir “saraya çekilme” durumunun yaşanacağını belirtiyor. Tıpkı Versailles Sarayı ve Çin’deki Yasak Şehir gibi. Herkesin ulaşamadığı imkânlar belli gruplarda toplandıkça temel ideoloji, kaçınılmaz biçimde nefret olacak. Toplumlar zaten çok fazla silahlanmış durumdalar. Mesela İŞID’in hızla büyüdüğünü görüyoruz. ABD’nin Texas eyaleti büyüklüğündeki bir alanı işgal etmiş, Rakka’yı başkent ilan etmiş kentini durumdalar ve hâlâ her gün çok sayıda insan İŞID’e katılmayı sürdürüyor. Kadınlara, eşcinsellere, farklı dinlere mensup olanlara inanılmaz bir şiddet uyguluyorlar. Bunu kınarken, bir yandan da anlamamız gerekiyor bence.

 

Basın açıklamasının ardından Yoğurtçu Parkı'na yürüyen kitle, termik santral yapılmak üzere kamulaştırılan arazide binlerce zeytin ağacının kesildiği Yırca'da projeye direnen köylüleri selamladı.

Peki bu öfkenin sebebi ne?

İşte bu neoliberal düzen. Bir avuç insanın tüm dünyanın varlığını idare etmesi. Sadece 80 kişiden söz ediyoruz. Ziya Paşa’nın dediği gibi “bu terazi bu sıkleti çekmez”, kırılır. ABD’deki seçim yarışında yarışı önde götüren muhafazakâr cumhuriyetçi Donald Trump’ı takip edersek, destekçisi olan kitlelerin aynı hüsranı yaşayan insanlar olduğunu görüyoruz. İki işte birden çalışan ve hâlâ geçinemeyen insanlar. ABD gibi bir ülkede açlık sınırında yaşayan 60 milyon insan var. Neoliberal düzen insanları lüzumsuz hale getirdi. Sistemde işçi olarak yer bulamayanlar iş gücü fazlası olarak görülüyor. Hatta daha ileriye gidip söyleyebiliriz ki, üretmeyen canlı fazlası olarak muamele görmekte.

Hedges’e göre, bizim için tek umut bu “yeryüzünün lanetlilerinin” topluma tekrar entegre edilmesi ve bir anlam kazanmasında yatıyor. Mevcut durumda bir gelecekleri yok çünkü. Charlie Hebdo cinayetlerini tartışırken de bunu konuştuk. Hiçbir geleceği olmayan insanların şiddet kullandığını gördük.

Hedges’in argümanının dayandığı ana fikir şu: Neoliberal düzeni söküp atmazsak, yeryüzünün ve insanların sömürülecek ve kullanıp atılacak bir meta olduğunu reddeden insancıl geleneği geri kazanamazsak, bizim endüstrileşmiş ve ekonomik barbarlığımız bize karşı çıkanların barbarlığı ile kafa kafaya çarpışacak. Friedrich Engels, ya sosyalizmi seçeceğiz ya da barbarlığa geri gideceğiz diyordu. Hedges de diyor ki, bu seçimi yapma zamanı çoktan geldi.

Tüm bu olanlar karşısında dünya genelinde iklim hareketleri nasıl bir karşı çıkış sergiliyor peki?

Gelelim bu tartışmanın iyi yönlerine. Artık bu duruma karşı çıkanlar var. Bugün Katrina Kasırgası’nın 10. yılındayız. Katrina, neoliberalizmin bir nevi deney tahtası olmuş durumda. 100 bin siyahî insan kasırga sonrası evlerine dönemedi. Oradaki okullar hızla özel okullara dönüştü. Fakat başka bir şey yükseldi bu dönemeyen grubun içinden. Bak ne diyorlar sloganlarında: “The seas are rising, so are we”; yani denizler yükseliyor ama biz de yükseliyoruz. Shell’in Kuzey Kutbu’nun ırzına geçmeye giden platformuna bit kadar kanoları ile “kayaktivistler” karşı çıktı ve iki günlüğüne de olsa o platformun geçişini durdurdular. Bir yandan atom santrallerini kapatan bir yandan kömür teknolojisi satan Almanya’da RWE şirketinin kömür santralinde bulunan, Türkiye’de de Afşin-Elbistan’da da kullanılacak dev kömür makinesinin önüne 1500 aktivist toplandı ve tonlarca kömürün yerden çıkmasını engellediler. Makineyi sadece bir gün durdurdular belki, ama çok büyük bir kirliliği önlediler.

Devi hep beraber itersek devirebiliriz, ama hep beraber itersek. Bu beklenen çağrı 27 Ağustos’ta geldi. Fosil Yakıt Hafriyatını Donduralım, İklim Suçlarını Durduralım diye tarihi bir bildiri yayımlandı. Bu bildiride taleplerini iletenler Paris Zirvesi (COP 21) sırasında ve sonrasında bunun takibini yapacaklar. Sayıları 100’ü aşan bilim insanı, felsefeci, aktivist metne imza atmış durumda.  Diyorlar ki, bir yol ayrımına geldik. Şirketlerin elindeki devletler hiçbir şey yapamıyor. Neoliberalizm devletlerin iklim krizine karşı koyma kapasitesini harap etti.

Peki bizler COP 21 görüşmelerinden ne beklemeliyiz?

Bu metinde de yer alıyor, küresel şirketler ve hükümetler asla pes etmeyecek. O sebeple bu metin bir devrim çağrısı. “Biz kendi dirayetimize güveniyoruz” diyorlar. “Geçmişte kölelik nasıl yok edildi ise iklim değişikliği de bir başkaldırı ile yok edilecek” diyorlar. İçimizde büyük bir isyan var ve her şeyi değiştirmek için yola çıkıyoruz. Dünyanın dört bir yanında yerli halklar büyük şirketlere karşı mücadele veriyor. Küçük ölçekli ekonomiler ise gıda özerkliğini sağlıyor. Bu çağrı çok net: fosil yakıtların yerin altındaki yüzde 80’i çıkarılamaz! Paris için tek karar bu olmalıdır. “Gelecek kuşaklara yaşanacak bir dünya bırakmak için artık kömür çıkaramazsınız” diyor bu çağrı ve bunun için devletleri bekleyecek halimiz yok; ya Basta!

Kölelik devletler lûtfettiği için değil seferber olan kitleler zorlayıp devletlere başka seçenek bırakmadıkları için kalktı. Büyük partilerini yaptılar, ama bize çöpleri toplamak kalmayacak.

Şirketlerin siyaset üzerindeki tahakkümünün sökülüp atılması gerek. Üretim ve tüketim tarzlarımızı kökünden değiştirmemiz gerek. İklimi değil sistemi değiştireceğiz. Bildirinin sonunda şu söyleniyor: “Bu fırsatı tepmeye niyetimiz yok; ne Paris’te ne başka bir yerde, ne bugün ne de yarın.”

Peki Türkiye’de durum nedir? Biraz da İklim İçin hareketinden bahseder misiniz?

İklim İçin hareketi geçtiğimiz Şubat’ta bir manifesto ile yola çıktı ve kabaca diyor ki, Paris son şans değil. Paris’te alınması gereken kararlar alınmazsa da biz devam edeceğiz. Türkiye’deki iklim hareketi İklim İçin ile birlikte güçlendi. İklim İçin Kampanyası, G20 öncesinde 12 -13 Kasım’da İstanbul’da Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenleyeceği İklim Forumu ve 14 Kasım’daki İklim Yürüyüşü ile G20 ülkelerine “böyle devam edemezsiniz” diyecek. Açıkçası, G20 ülkelerine dünyayı biraz dar etmek niyetinde. Bir nevi “Tek Yol Devrim v2.0 (versiyon 2)” işte! Ve bu kampanya için herkese çağrı var, herkes davetli.

Biz sıradan insanlar, dünyayı kurtaracak son nesil miyiz bu durumda?

Evet, kesinlikle öyle.

İklim İçin kampanyasının hedeflerinden biri herkesi bu işe dâhil etmek. Sadece iklim değişikliği konusunun ilgililerini değil biz sıradan insanları da yani. Ne dersiniz?

Gayet tabii. Türkiye’de yerel mücadelelerde çok kahramanca kazanımlar oldu. Örneğin Gerze’de üç yıllık bir mücadele oldu ve iki kez kazandılar. Başta kadınlar olmak üzere, aktivist de olmayan Gerze’nin kendi halkı, yerel halk kazandı bu mücadeleyi. Bu tüm dünyada böyledir. Yırca’dan İklim İçin basın toplantısına gelen Yırcalı kadınların mücadelelerini anlatırken nasıl ağladıklarına şahit olduk hepimiz. Bu korkunç neoliberal saldırılara karşı özellikle tabandan yükselen bir mücadele var. Gezi böyle bir mücadeleydi işte. İstanbul’un göbeğinde bir parktan 79 ile yayıldı. Beni en çok etkileyen olay Gerzelilerin topladıkları çayı getirip Gezi’dekilerle paylaşmaları olmuştu…

Son olarak bu iş çevrecilere bırakılamayacak kadar ciddi! Her şeyi değiştirmek için herkese ihtiyaç var. Biz de herkesi çağırıyoruz. Hem İklim Forumu’na hem Paris’e hem sonrasına.

Biz dünyayı kurtarıyoruz, siz de gelin mi diyorsunuz?

Evet sıradan Süpermen’lerin ve sıradan Süpergirl’lerin hepsini çağırıyoruz…

 

1.       http://www.tema.org.tr/folders/14966/categorial1docs/83/TERMIK%20SANTRA…

2.       http://www.truthdig.com/report/print/saving_the_planet_one_meal_at_a_ti…

3.       http://www.truthdig.com/report/print/the_great_unraveling_20150830

4.       http://www.atmos-chem-phys-discuss.net/15/20059/2015/acpd-15-20059-2015…

5.       http://floodlist.com/

------------------------------------------------------------------

İKLİM İÇİN BİLDİRİSİ

Fosil Yakıt Hafriyatını Donduralım, İklim Suçlarını Durduralım

Bir Yol Ayrımındayız. Bizler için ancak zar zor yaşanabilir kılınmış olan bir dünyada hayatta kalmaya zorlanmak istemiyoruz. Güney Pasifik Adaları’ndan Louisiana kıyılarına, Maldivler’den Sahel’e, Grönland’dan Alpler’e milyonlarcamızın gündelik hayatları iklim değişikliğinin sonuçları yüzünden daha şimdiden altüst olmuş durumda. Okyanusların asitlenmesi, Güney Pasifik Adaları’nın sulara batması, Hindistan Altkıtası ile Afrika’da zorunlu göçler, sıklaşan fırtına ve kasırgalar sebebiyle şu andaki doğa kırımı tüm canlı türlerini ve ekosistemleri etkilemekte, gelecek nesillerin haklarını tehdit etmekte. Ve bizler iklim değişikliğinden aynı derecede etkilenmiyoruz: Yerli ve köylü toplulukları, küresel Güney’deki ve küresel Kuzey’deki yoksul toplulukları ön safta bulunmaktalar ve hem bunlardan, hem de iklim yıkımının diğer etkilerinden en çok etkilenen gruplar.

Hayal filan kuruyor değiliz. Yirmi yıldan uzun bir zamandır hükümetler bir araya geliyor, ama buna rağmen sera gazı salımları azalmış değil; iklimse durmadan değişip duruyor. Bilim dünyasının uyarıları gittikçe vahimleştiği halde uyuşukluk, atalet ve engelleme güçleri galebe çalıyor.

Bu bize hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Ticaretin ve yatırımların onyıllardan beri liberalleştirilmesi, devletlerin iklim krizine karşı koyma yetisini tahrip etti. Her aşamada büyük güçler –fosil yakıt şirketleri, tarım sektörü şirketleri, finans kurumları, dar kafalı ve inatçı ekonomistler, şüpheciler ve inkârcılar ve bir de, bu çıkarların kulu kölesi olan hükümetler– ya önümüzü kapattılar ya da önümüze sahte çözümler getirdiler. Dünya çapında sera gazı salımlarının üçte ikisinden sadece 90 şirket sorumlu. İklim değişikliğine karşı getirilecek sahici cevaplar bunların kudretlerini de servetlerini de tehdit ediyor, serbest piyasa ideolojisini tehdit ediyor, onları destekleyen ve kendilerini sağlama almalarına yarayan yapıları ve sübvansiyonları da tehdit ediyor.

Küresel şirketler ve hükümetler pes etmeyecek: kömür, doğal gaz ve petrol rezervlerini çıkartmaktan ve fosil yakıt temelli tarım endüstrisinden elde ettikleri kârlardan vazgeçmek niyetinde değiller, bunu biliyoruz. Ne var ki, davranma, düşünme, sevme, dokunma, çalışma, yaratma, üretme, kafa yorma, mücadele etme yeteneğimizi sürdürmemiz, onları bu kârlardan vazgeçmeye zorlamamızı zorunlu kılıyor. İnsan toplulukları, bireyler ve yurttaşlar olarak serpilip gelişmeye devam etmek istiyorsak, hepimiz değişim için uğraş vermeliyiz. Müşterek insanlığımız ve yeryüzü bunu talep ediyor. 

İklim suçlarını durdurma konusundaki dirayetimize güveniyoruz. Geçmişte kararlı kadınlarla erkekler direndiler ve kölelik, totaliterlik, sömürgecilik ya da apartheid (ırk ayrımcılığı) suçlarını alt etmeyi başardılar. Adalet ve dayanışma uğruna savaşmaya karar verdiklerinde, bu savaşı kimsenin onlar adına yürütmeyeceğini biliyorlardı. İklim değişikliği de tıpkı bunlara benzer bir meydan okuma, ve işte şimdi biz de içimizde benzer bir isyanı besleyip büyütmekteyiz.

Her şeyi değiştirmek için çalışıyoruz. Daha yaşanabilir bir geleceğin yolunu açabiliriz, aslında eylemlerimiz de sandığımızdan çok daha güçlü. Dünyanın dört bir tarafında topluluklarımız iklim değişikliğinin ardındaki gerçek itici güçlere karşı savaş veriyor, kendi mıntıkalarını koruyor, karbon salımlarını azaltmak için uğraşıyor, direnç yapılarını inşa ediyor, küçük ölçekli ekolojik tarım yaparak gıda özerkliğine erişiyor...

Fosil yakıtlar yerin altında bırakılmalıdır. Bu yoldaki kararlılığımızı Paris - Le Bourget’de yapılacak BM İklim Konferansı arefesinde ilan ediyoruz. Bizi ileriye götürecek tek yol budur.

Somut olarak söylersek, hükümetler fosil yakıt endüstrisine verdikleri destekleri (sübvansiyon) kesmeli, fosil yakıt çıkarma faaliyetlerini dondurmalı, mevcut tüm fosil yakıt rezervlerinin yüzde  80’ini el değmemiş halde yerin altında bırakmalıdır.

Bunun muazzam bir tarihî değişime işaret ettiğini biliyoruz. Bunu gerçekleştirmek için devletleri bekleyecek değiliz. Kölelik ve ırk ayrımcılığı, devletler bunları lağvettikleri için ortadan kalkmadı. Onlar, seferber olan kitleler siyasi liderlere başka seçenek bırakmadığı için ortadan kalktı.

Bugün durum tehlikeli. Bununla birlikte, elimizde demokrasiye yeniden cansuyu vermek için benzersiz bir fırsat var; şirketlerin siyaset üzerindeki tahakkümünü söküp atmak, üretim ve tüketim tarzlarımızı kökünden değiştirmek için benzersiz bir fırsat. Fosil yakıt çağını sona erdirmek, ihtiyacımız olan adil ve sürdürülebilir topluma doğru atılacak önemli bir adımdır.

Bu fırsatı tepmeye niyetimiz yok. Ne Paris’te, ne başka bir yerde; ne bugün, ne de yarın.

(İklim İçin Bildirisi, 27 Ağustos 2015. İngilizceden çeviren Ömer Madra)